SAMSUN AYDINLAR OCAĞI
SAYFAMIZA HOŞ GELDİNİZ

BAŞKAN'DAN

Başkanımız Doç.Dr. Taner TUNÇ'un yazısı yakın bir tarihte yayınlanacaktır.



İnsanoğlu ve cemiyetler iki olgu arasında bir saat sarkacı gibi gidip gelmektedir. Bir tarafta değişim veya devrim, karşı tarafta muhafazakârlık.

 Neyi değiştireceğiz, neyi muhafaza edeceğiz? Galiba insanlık yaşadığı müddetçe bu soru devamlı olarak sorulacaktır. Değişim bazen öyle bir hal alıyor ki, onu benimsemeyen muhafazakârlar sonunda her şeylerini kaybedeceklerini görseler bile bu hastalıktan kurtulamıyorlar. Tabiidir ki gelişmeler karşısındaki bu direnç bazen direnenlerin sonunu hazırlıyor. Diğer uçta da, karşısına çıkan ve adı yeni olan her şeyi tecrübe etmeden almayı ve asırların tecrübe eleğinden geçmiş, cemiyetin veya insanlığın ortak değerleri payesine ulaşmış gerçeklikleri terk etmeyi ilericilik sananlar bulunuyor. Özellikle geri kalmış cemiyetlerin “aydın”ları buna örnektir. Bunlar bir cami avlusunda bulunmuş çocuğun içinde bulunduğu “baba” psikolojisine sahiptirler. Eskiden gelen her değeri, kendilerini cami avlusuna terk eden uçkur düşkünlerinin tapulu malı sanır ve onu benimsemekte zorlanırlar. Her yeniyi takdis ederken atalarından kalan her şeyi tanımaya bile çalışmadan reddetmeyi ilerici veya çağdaş bir tutum sanırlar.

 Türkiye’de bu süreç aynen yaşanmıştır. Bu şaşkın kafile Türkiye’de bir elitler zümresi halinde iktidarı 1909-1913 döneminde ele geçirdiğinde, yeni bir dil, yeni terimler, yeni bir üslup ve yeni bir kültür inşasına kalkıştılar. Osmanlı veya Türk cemiyeti sanki yeni kurulmuş bir muz cumhuriyeti idi. Birkaç kötü çeviri kitabı okuyan kendini allame-i cihan sanıp toplumu yeniden kurmaya kalkışıyordu. Milletin dilini de masa başında yenilemeye giriştiler. Tam bir ırkçılık nişanesi olarak ruh, inanç ve kültür dünyamızın terimlerini Öztürkçecilik adı altında dilden kovmaya kalktılar. Ahmet Hikmet Müftüoğlu kendi ismine bakmadan, içinde hiç yabancı kelime olmayan hikâye yazmaya kalktı. (Çağlayanlar’daki “Yakarış”). Zamanla bu temayül güçlenerek Tek Parti döneminde bildiğimiz arı dil sevdasına dönüştü. Atatürk’ü de etkilemeye çalışarak dili yeniden kurmaya kalkıştılarsa da birkaç yıllık bir denemeden sonra Gazi dili bu çıkmazdan kurtarmak gerektiğini söylemek durumunda kaldı.

Buraya kadar her şey aslında biraz normal sayılabilir. Anormal olanı Tek Parti’nin tavrıdır: Kullandıkları dili biz bile bugün anlamakta zorlanırken, o dönemde halka bu dille hitap etmeyi nasıl düşündüklerine şaşıyoruz. Halktan oy isteyen ve fikirlerinin kitleler tarafından benimsenmesini bekleyen bir parti halkın dilini kullanmalıydı! “Törütgen ve yürütgen yetkiler kamutayda toplanır.” “Türkiye’de hakyerleri bağınsızdır” gibi ifadeleri ile acaba hangi halka seslendiler? Anlaşılma diye bir endişeleri mi yoktu? Yoksa yaptıklarının çok çağdaş, uygulanması gereken ve yüksek fatura ödemeye değer bir ilerici icraat olduğunu mu düşünüyorlardı?

 

 Bu anlaşılmaz ve uydurma dili kullanmak bir parti için başarısızlık sebebi olabilir diye düşünüyoruz. Adı geçen partinin tarihimizde seçim kazanamamış bir parti olması acaba bu dil politikasına mı bağlıdır? Kendilerini ve partilerini halka anlatma, fikirlerini benimsetme diye bir dertleri olsaydı, herhalde halkın anlayacağı bir dil kullanırlardı. Çok partili döneme geçişte  dilde, Arapça ezanda, dini okullar ve ibadetler konusunda tavizler verdiklerini biliyoruz. Çünkü Tek Parti dönemindeki iki dereceli seçimde milletvekillerini partili “müntehib-i sani” denen ikinci seçmenler seçerken, çok partili dönemde doğrudan vatandaş reyi sandığa giriyordu. O halde taviz verilmeliydi.  O halktan kopuk uydurma entel dil de terk edilmeliydi. Nitekim 1950 seçiminde şehir ve köylerde propaganda turlarına çıktıklarında vatandaşa vaatte bulunurken onun dilini kullanmaları gerektiğini anladılar. Bu vaatleri o “irdeli, değetli, törütgen ve yörütgen” dille yapamazlardı; normal dil kullanmaya başladılar. Halkın oyuna talipseniz halkın dilini kullanmalısınız. Buradaki kanaatimiz, uydurma dilin totaliter mantığın ürünü olduğu istikametindedir. Halka dayalı rejim halkın anlayacağı dili kullanır, kendisini halka sevdirmek için onun dilini en güzel şekliyle kullanmaya gayret eder. İmtiyazlı bir elitler rejimi ise halkı hor görür ve dillerini de beğenmediği için değiştirmeye kalkar.

Halkı kaale almamanın bir ifadesi olan bu dil, batıda şahit olunmayan bir uç örnektir. Belki Orwell’ın 1984 adlı romanında anlatılan totaliter rejimin dili olarak açıklamak en uygunudur. Anti demokratik rejimler halk tarafından beğenilmek, denetlenmek ve seçilmek kaygılarını taşımadıklarından kullandıkları dilin geniş kitlelerce anlaşılması gerekmiyordu. Hatta bazı durumlarda halkın anlayamadığı kavramlar ve metinler -biraz da esrarengiz ve mehabetli bir muhtevaya sahipmiş duygusu verdiğinden- özellikle tercih ediliyordu. Osmanlıca’nın ve diğer imparatorlukların çok kültürlü esperantoları buna örnek olarak verilebilirse de Türkiye’de Tek Parti döneminin uydurma dili bir mehabet değil bir maskaralık ve komedi örneği gibi durmaktadır.

 Bu konuda partinin kendi belgelerinde kullandığı bazı kelime ve terimleri örnek vereceğiz. Bir belgeden seçtiğimiz şu ifadelerle başlayalım: “Şarkurul, şarbaylık, Bolu uray üyeleri, orta uram ocak başkanı…” Şu halleriyle bunların nelerden söz ettiklerini özel “arı dil” ihtisası olanlardan başka kimsenin anlayacağını sanmıyoruz. O sırada soyadı kanunu çerçevesinde yapılan düzenlemelerle “bey, efendi, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa vb.” gibi sıfat ve unvanların kullanılmasının yasaklandığını da hatırlatarak şu örnekleri veriyoruz: “(Ural) soyadı aldığımdan imzamı aşağıdaki şekilde atacağımı utunurum.”. Devam ediyoruz ve “Sayınlı bay Recep Peker, yüce orununuzca bilinen…” bu komedi dilinin yeni örneklerini partinin 4. Büyük Kurultay’ında onaylanan ve yayınlanan Program kitapçığından veriyoruz: “Kurultayca onanmış olan bildiriğinde…. 1931 kamutay seçimi dolayısıyla çıkarılan bildirikte saptanmıştır. Parti devlet şekillerinin en doğrusu bu olduğuna kanığdır”, “Yurttaşların ferdiğ ve sosyal güvenlik, eşitlik… haklarını barımak… Bu haklar devletin varlık ve otorite sınırı ile buçlanmıştır. Ferdiğ ve hükmiğ şahsiyetlerin kınavı kamuğasıya aykırı olmayacaktır. Parti ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve en sağlam surette imsileyen ve taplayan devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanığdır. İrde ve egemenlik kaynağı ulustur. …Arsıulusal değetlerde ve ilgilerde Türk sosyetesinin kendine özgü ıralarını ve erkin benliğini korumağı esas sayar. Kanun karşısında saltık bir eşitlik kabul eden… hiçbir klasa ayralık tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.Türkiye ayrı ayrı klaslardan karışıt değil özgür ertik sahipleri, endüstrieller, tecimerler ve işyarlar Türk ulusal kuramının başlıca örgenleridir. Bunlardan her birinin çalışması… kamunun hayatı ve genliği için zorağdır. Asığlar, kapasite ve çalışma derecesine göre olur. Özel kınav ve çalışma esas olmakla beraber…Devletin filiğ olarak yapmağa karar verdiği iş özel bir girişit elinde bulunuyorsa onun alınması her defasında özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı zararın devlet tarafından ödem şekli gösterilecektir. Parti devlet yönetiminde tedbir bulmak için  derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz. Kredilerde üremi ve iskontoyu ucuzlatmak… Ürün ve hayvanlarda çift yaraç…Bu otrulardan başka ergemize uygun yoldan kapsallanma, uzun ödelli bir kredifonsiye kipinin kurulması üretmenlerin ergelerine…” Ucubeye devam edelim: “Üretmenlerle yoğaltmanlar arasında çıkabilecek asığ kavgaları… Çıkat işlerini tecimerlerin kınavlarınıHava taşıncılığı ve taşın araçlarında saltık kazanç… Bayındırlık işleri pratik ve verimli bir taplama programına göre kovalanacaktır. Şosa örüleri için dikel yönetler yurdun güvenlik ve savgası için…Hayvan çoğaltım ve yeğriltimi…” her ne demekse o da iyidir! Vergi salnaklarını imkân olduğu kadar özürüt ve açlı olarak… ülkeye yayın ki bol bol vergi devşirelim. “Tekit yönetgeler… üçüncü dünyanın alamet-i farikasıdır! Üsnomal bir önemle sarsılmaz dayanımını besleyen kutsal bir evindir. Okullarda içinde bulundukları çevenlerle ilgili olan ertik bilgiler verilecek.Ulusal düzen ve yasavı, iç ve tüze örgüt ve kanunları ile koruyan…Nüfusu artırma prensibimizi taplarken, yurd dışından gelecek Türklere her yardımı ve kolaylığı göstereceğiz.Tutaklar ile kapsıkları ayırmağa ve hapsevlerini birer uslanma yeri haline getirmeğe çalışacağız.” “Türkiye’de cins ve klas fikirlerini yayma ve klas kavgası ergesi ile cemiyet kurulmayacaktır. Devlet özel yönetgelerle ve şarbaylıklarla devlete bağlı kurumlardan hizmet karşılığı aylık ve aktı alan bulundukları işin sıfat ve özlüğü ile cemiyet kuramazlar. Arsıulusal ergelerle cemiyet yapılamayacağı gibi kökü yurd dışında olan cemiyetler de yasak olacaktır. Şu cümleyi okuyan her genç, eminim doğrudan vatan için şehit olmaya koşacaktır!: “Vatan savgası ulusal ödevlerin en kutlusudur”. Böyle buyurmuşlar, anlamasak da baş üstüne diyeceğiz.

 Programın 73. maddesindeki şu cümleyi hem dili hem de taşıdığı zihniyetin göstergesi olarak kayda geçirmek ve “saptamak” gerekir: “Devletin yüksek kuramının sarsılmaz temeli olan ve ulusal ülküyü, ulusal varlığı ve devrimi kollayan ve koruyan Cumhuriyet ordusunun ve onun özverili ve kıymetli izdeşlerinin, her vakit sayın ve şerefli tutulmasına özen gösteririz.” Pek bir şey anlamadık ama, elhak biz de gösteririz!  Milletin dilini onun anlayamayacağı şekilde bir ucubeye döndüren bir zihniyet “devrimi kollama ve koruma ödevini” elbet halka ve aydınlara değil, orduya verecektir.

 Bu yazıda Türkçenin tarihi gelişimini anlatmak gibi bir iddiadan uzak olduğumuzdan başka örnekler vermeden dili böylesine bilim dışı bir anlayışla kullandığımızı belirtip sonunda geldiğimiz nokta ile ilgili birkaç örnek vermeyi düşünüyoruz. Birazcık Osmanlıca kokan kelimelerde insanların yanlış ifadeler kullandığını görüyor, dil üstatları nasıl olsa müdahale eder diye susuyor, ancak kimsenin müdahale etmediğini görünce kalemi elimize almak zorunda kalıyoruz.

 Yeterli eğitimi olmayan insanlarımızın Tanzimat-tazminat ikilisini karıştırmasını anlıyoruz;hafriyatı hafriyat diye, riski riks diye telaffuzlarına da sabrediyoruz. Ama ya şu aydınların hâlâ harb ile muharebeyi tek bir savaş kelimesi ile karşılamalarına ne diyelim?  I. DünyaHarbi içinde bine yakın muharebe vardır. Türk İstiklal Harbi içinde de 20 civarındamuharebe sayabiliriz. Demek ki ikisi ayrı kavramlar.

 Bir zamanlar bir profesör başbakanın Erzurum için “serhad şehir” demesini dil sürçmesi diye geçebiliriz. Ama bir başka politikacının “bugün de 1919’daki gibi bedbahtlar var” demesi tam bir dil cinayeti değil mi? Bedbaht ile bedhahın arasındaki farkı bilmeyen, bu ifade ile 1919 işgalcilerini bahtı kara zavallılar olarak ilan etmiş olmuyor mu?

 Türk kültürünün en zengin unsurlarından biri hiç şüphesiz halk müziği, yani türkülerimizdir. TRT sanatçıları ve kurumun spikerleri dili gerçekten iyi kullanıyorlar. Ancak arada bazı hatalı imalat kabilinden yanlış kullananlar onlar arasından da çıkmıyor değil. Bazı sanatçılar bir türküdeki “geşt-i güzar ettim elde neler var” mısraını “geçti güzar ettim” şeklinde söylüyorlar ki, benim aklıma o dem “geçti Gülizar buradan, eyledi gönlümü viran” gibi bir mısra geliyor. Hâlbuki “geşt-i güzar” etmenin saçıp savurmak demek olduğunu en basit sözlükten bulabilirler. İnsan ekmek yediği mesleğini bu kadar mı laubalice icra eder? Buna hayret etmemek kabil değil. Geçenlerde bir Tv kanalında iki arkadaş tarih sohbetleri yaparken Arapça kökenli ancak tarih boyunca Türklerce kullanılan bazı isim ve unvanların bizim basında nasıl komik ve bilgisizce yazıldığını haklı olarak dile getirdiler. Batı dillerinde Arap ve Fars kökenli kelimelerin transkripsiyon gereği değiştirilirken onların Türkçesini yazmamız gerektiğini söylediler. Bu minval üzere Amin Maluf’ isminin Emin olduğunu da belirttikten sonra Buruney Sultanının isim ve unvanlarını sayarken konuşmacı hepsini açıkladıktan sonra oradaki “Davla” ifadesini “bu bizde kullanılmıyor” deyip onu açıklamadan geçince o kadar popüler ve Osmanlıcayı gerçekten iyi bildiğini sandığımız kişi için de “sende mi” demekten kendimizi alamadık. Hâlbuki buradaki “davla” devlettir. “Bizde kullanılmaz” da değildir. Fahrüddevle, Nizamüddevle ve Tacüddevle gibi unvanlar vardır ve Selçuklular döneminde bu unvan oldukça yaygın olarak kullanılmıştır. Mesela Suriye Selçuklularının ünlü Meliki Tacü’d-Devle Tutuş’tur. Düşününüz Türkiye’nin en meşhur tarihi yazılar yazan ve programlar yapan kişisi “bu davla bizde kullanılmıyor” diyebiliyor! Cehaletimizden başka kızacak neyimiz kaldı ki?

 En çok yapılan iki yanlışa gelince: Hitap edilen kişi anlamındaki kelime MUHATAPtır, mu-ha-tap. Muhattap değildir. İngilizceyi, Fransızcayı iyi bildiği havalarını atan ve bu bilgileriyle üniversitelerde, basında ve bürokraside kolayca yükselen echelülcahilin takımına artık birileri bunları anlatsın.

 Sonuncu örneğimiz çok güzel bir atasözümüzün yanlış kullanılması ile ilgilidir. Bu atasözümüzün anlamını bilmedikleri için yanlış kullanıyorlar. Yani katmerli cehalet söz konusudur: Hem sözün anlamını bilmiyor, hem de yanlış kullanıyorlar. “Kol kırılır yen içinde kalır”mış! Bunu bir zamanlar bir politikacı başbakan ve profesör yanlış olarak kullanmıştı. Bu hatalı halini entellerimiz beğenmiş olacak ki, o günden beri kullanan kullanana. Sadede gelelim: “Kol kırılır yen içinde, baş kesilir fes içinde” veya “Kol kırılır yen içinde, baş ezilir börk içinde” gibi söylenişleri vardır.

 Geri kalmış ülkelerde aydınlar arasında bir çeşit egosantrizm vardır. Devrim, reform, ıslahat vs. adlarla andıkları bir dizi “eşsiz” düşünceyle ülkelerinin bir çırpıda kalkınıp medenileşeceğini düşünürler. Bu aslında çocuklarda görülen bir haldir. Hayatın gerçekleri ile hayal dünyalarında bulunan kurgular arasındaki uyumsuzluğu göremezler. Bu durum için şu örneği verebiliriz: Çocuklar yaptıkları resimde gökteki aydedeye bir merdiven ile çıkmaya çalışırlar. Çocuk, muhayyilesindeki bu aya çıkma tasavvurunun merdivenle gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu düşünemez. Sosyolog Erol Güngör bu konuyu şöyle açıklamıştır: “İnkılâpçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam manasıyla entellektüalist denilebilecek bir tavırdır ve sosyal-psikolojik bir problem olarak incelenmeye değer. İnkılâpçılar sosyal ve iktisadi hayatın “kitaba uygun” tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında düşünerek planlamışlardır. İnkılâpçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır. İnkılâpçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak ele alan ve bu yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell “Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır,” diyor. Bu düşünce doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için geçerli görülüyor. (…) Bu özelliği ile inkılâpçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir özelliğini vermektedir.” Bizdeki “dil devrimi” işte bu üçüncü dünya inkılâpçılığı ve egosantrizminin ürünüdür. Uydurduğu kelimelerle halka meramını anlatamayacağını düşünemez, ülkenin kültürel köklerinden koparıldığını göremez –bazıları görür ve özellikle o kopuşun gerçekleşmesini ister-, dışarıdaki aynı dili kullandığımız soydaşlarla iletişimin kopacağını düşünemez- bazıları bunu da görür, ama özellikle soydaşlarla aradaki bağın kopması için dili tahrip eder-. Masa başında terim üretmekle dilin zenginleşemeyeceğini düşünemez. Hatta bunların dile zarar vereceğini göremez.

 Bu yapı üçüncü dünya ülkelerindeki aydınlara(!) ve iktidarlara bulaşmıştır. İster çok partili olsunlar, ister tek partili, bu ülkelerde siyaset bu hastalıkla maluldür. Halklarını yönlendirirler, beyin yıkama kapasiteleri yüksektir. Dolayısıyla seçime ve kamuoyuna onlar hükmederler. Bizdeki Tek Parti de seçimle iktidara gelmediği için halka kendisini beğendirme kaygısı taşımıyordu. Bundan ötürü halka kendisini anlatacak bir dile ihtiyaç duymadı. Halkı ve kamuoyunu rahatlıkla yönlendirdi. Totaliter olduğu için halkı adeta yeni baştan imal edebileceğini, daha doğru ifade ile halkı kafasındaki egosantrik kalıba dönüştüreceğini sandı.



 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol